İnsanın Anlam Arayışı

3 Ocak 2013 Perşembe |


Ramis ÇİNAR
Pek çoğumuzun kendine, “Hayatın anlamı nedir?” diye sorduğu olmuştur. Bu sorunun yeryüzünde yaşayan insan sayısı kadar farklı cevabı vardır. Başka bir deyişle, “Herkes hayatı kendi değer yargılarına göre anlamlandırır.” Çünkü herkesin kişiliği, hayalleri, beklentileri ve dünya görüşü farklıdır.
İnsanların bakış açılarındaki farklılıklar kadar bu sorunun neden sorulduğu da önemli bir konudur. Dünyanın çok farklı yerlerinde bambaşka kültür, inanç ve yaşam tarzlarına sahip insanların neden hayatlarına derin anlamlar katma arayışına girdikleri konusunda düşünürler, psikolog ve sosyologlar fikir yürütmüştür. Felsefe ve psikolojiye ilgi duyanların da aşina oldukları bir konudur bu. Geniş bir kesim, “İnsan doğar, yaşar ve ölür,” tezinden hareketle insanoğlunun anlam arayışının doğum ile başlayan, ömür boyunca devam eden, nihayetinde ölümle sonlanan bir süreç olarak kabul etmektedir. Yaşamın başlı başına bir arayış olduğu öznel bir gerçeklik olmakla birlikte insanın anlam arayışını açıklama konusunda yetersizdir.
İnsanların kişiliklerinin oluşumunda yetiştikleri çevrenin ve toplumun dayatmalarının payı büyüktür. Bazıları için hayatın anlamı iyi şartlarda yaşamak, para ve servet sahibi olmak, mesleğinde başarılı olmak, toplum içerisinde saygınlık kazanmak, ün ve şöhrete erişmek gibi maddi unsurlarla anlamlandırırken, bazıları da aile huzurunu, dini yükümlülüklerine yerine getirmeyi, başka insanlara yardım etmeyi, ölmeden önce kalıcı eserler ortaya koymayı maddi ihtiyaçlardan üstün tutmaktadır. Bununla beraber insanlar hayatlarına derinlik katacak hedeflere doğru yürürken, büyük bir kesim toplum tarafından dayatılmış ve genel geçer kabul edilen değer yargılarını hiç tereddütsüz kabullenmiştir. Çok küçük bir azınlık ise hayatı sorgulama cesaret edebilmektedir. Onlar bu yönleriyle toplumu oluşturan çoğunluktan ayrılırlar. Nitekim kendi tercihleriyle oluşmamış paradigmalarını sorgulayanlar, olay ve olguları farklı bir gözle irdelemeye başlarlar. Bunları bir bölümü toplumca dışlanma kaygısıyla çoğunluğa uymayı tercih ederken, diğer bir bölümü ise yaşacağı zorlukları göze alarak ruhsal bir yolculuğa çıkar. Bu da çileli bir sürecin başlangıcıdır.
İnsanın kendi iç dünyasına yaptığı yolculuklar İlkçağdan itibaren pek çok esere konu olmuştur. Gılgamış Destanı’nda Enkidu’nun ölümsüzlüğe ulaşmaya yönelik çabaları, Kuşlar Kralı Simurg’u bulmak için yola çıkıp 7 dipsiz vadiyi aşan 30 kuşun (Si murg, Farsça’da 30 kuş anlamına gelir), her birinin Simurg olduğunu keşfetmeleri, Odesa Destanı’nda Odyseus’un İthaka yolunda uzun ve çileli serüveni, arayış temasının işlendiği mitolojik eserlerin birer örneğidir. İlk modern roman olarak kabul edilen Don Kişot da başlı başına arayış romanı olma özelliğine sahiptir. Bunlarla paralellik gösteren güncel eserlerden biri ise Paulo Coelho’nun, “Simyacı” adlı romanıdır. Kitap İspanya’dan kalkıp Mısır Piramitlerine hazinesini aramaya giden Santiago’nun masalsı yaşamının felsefi öyküsüdür. Mevlana Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’sinde yer alan bir mesel ile büyük benzerlikler gösteren romanda Santiago, gördüğü bir rüyanın ardından hem hazinesini bulmak, hem de kişisel menkıbesini aramak amacıyla uzun bir yolculuğa çıkar. Yolculuğunun başında yaşadığı aksiliklerin sonucunda geri dönüp dönmeme konusunda kararsızlığa düşse de bir kervana katılarak yola devam eder. Santiago Kuzey Afrika çöllerinde yolculuk yaparken doğanın gizemlerini çözer, simyacılık mesleğinin inceliklerini öğrenir, kabile savaşlarına tanık olur ve bir Arap güzeline âşık olur. Nihayetinde Mısır Piramitlerine ulaştığında rüyasında gördüğü yeri kazmaya başlar. Ne var ki çöl kumlarının içinde hiçbir şey bulamaz. Onun kumları kazdığını gören bedeviler bir şey gizlediğini zannederek onu sorguya çekerler. Santiago’nun hikâyesini öğrenince onunla alay ederler. İçlerinden biri rüyasında İspanya’da yıkık bir kilisedeki incir ağacının altında büyük bir hazinenin gömülü olduğunu gördüğünü ve bu rüyaya inanarak o kadar uzak bir yere gitmenin boş bir çaba olduğunu söyler. Bedevinin bahsini ettiği, Santiago’nun daha önce koyunları ile birlikte yaşadığı yerdir. Nitekim Santiago’da aynı yoldan geri döndüğünde aradığı hazineyi, uzun bir zaman kaldığı yerde bulacaktır.
Bu hikâyelerin ortak noktası insanlara aradıklarının kendi iç dünyalarında olduğunu öğütlemesidir. Mevlana Celaleddin Rumi de eserlerinde bu konuya değinmiştir. “Bir can var canında, o canı ara/ Beden dağında gizli hazineyi ara/ Ey yürüyüp giden dost, bütün gücünle ara/ Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara” dörtlüğü de bunun en çarpıcı örneğidir.
Edebi metinlerde çeşitli mesajlarla verilen “kendi iç dünyasına yolculuk” konusunun hiç şüphesiz gerçek hayatta da karşılığı bulunmaktadır. Arayış içerisinde olan insanlar, kendilerinden ve yaşadıkları çevreden ne kadar uzaklaşırsalar, kendi benliklerine de o seviyede yaklaşırlar. Bu hayatı kuşatan unsurlara nesnel bakabilmenin getirdiği bir kazanımdır. Böyle bir yolculuğa çıkan bireyler çok geçmeden aradıkları her şeyin aslında kendilerinde var olduğunu keşfederler. Geri döndüklerinde huzurlu bir hayat yaşayacaklardır. Çünkü toplum tarafından dayatılmış bir yaşamı değil, bilgeliğin ağır bastığı bir paradigma yaşamlarının geri kalanına hakim olacaktır.
Enkidu’nun gözü karalığından, Simurg’u arayan kuşların hiç azalmayan azminden, Odyseus’un mücadele ruhundan, Don Kişot’un çılgınca cesaretinden, Santiago’nun masum hayallerinden nasibimizi almadan hiçbirimiz hedefimize ulaşamayız. Zafer bu uzun ve çileli yolculuğu tamamlamayı başaranlarındır.

0 yorum:

Yorum Gönder

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve AJANS BG'nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Мненията на редакцията и на автора/ите могат да не съвпадат.