Bir buçuk sene önce idi. Hâlâ iktidarda ‘üçlü koalisyon’ vardı... Bulgaristan Müslümanlarının dinî idaresi, o zamana kadar pek alışılmamış sertlikte bir beyânâtta bulundu. Pek alışılmamış derken, canımız sıkılsa da, canımız yansa da ‘işler iyi gidiyor’, ‘iyi gitmese de düzelecek’ türünden dillere destan ‘etnik model’imize lâf söyletmeyen tavırlardan farklı olduğunu kastediyorum. Aslında saydığım bu tavırlar bir yere kadar normaldi. Müslümanlar, hele de azınlık olan Müslümanlar nerede sıkıntı çekmiyorlardı ki? Sonra 130 senelik azınlık tarihimizdeki bazı karanlık sayfalarla kıysaladığımızda bugünkü dertlerimiz devede kulak misali... Bir de Avrupa vatandaşı olduk ya... Devletimizi, dolayısıyla kendimizi elâlem önünde beş paralık etmeme düşüncesi vardı; her ne kadar bazı hasta kafalar bizleri bu devletin dört dörtlük vatandaşı olarak kabul etmese de.
Sabır direniştir!
Ve tabiî ki, biraz da sabır düşüncesi... Sabredelim, bakalım ne olacak, belki işler düzelir, görelim Mevlâ neyler gibi dervişâne düşünceler... Hani hayrân olduğun merhûm Ziyâ Paşa özlü mısralarına gönül vermişçesine düşünceler:
“Her derdin olur çaresi, her inleyen ölmez, / Her mihnete bir âhir olur, her gama pâyân.
Sabr et siteme ister isen hüsn-i mükâfât, / Fikr eyle ne zulm eylediler Yusuf’a ihvân
Öyle ama bıçak kemiğe dayandı... Sabrın aynı zamanda direniş anlamı olduğu hatırlandı. O yüzden o beyânât yayınlanarak Bulgaristan Müslümanlarının ciddî sorunları var ve bunların bir an önce çözülmesi gerekir dendi, ama “çözülmezse...” diye devamı getirilmedi. Heralde de gerek yoktu. Buna rağmen dönemin Başbakanı Stanişev’ten çıt çıkmadı. Daha doğrusu ‘varın bakın işinize’ dercesine bir yazılı cevap verildi. Çoka varmadı o da işine bakmaya gitti...
Birkaç ay sonra aynı beyânât ve o zaman zarfında yaşanan sorunlar da ilâve edilerek yeni Başbakan Borisov’a da gönderildi. Ardından birkaç randevu talebi de geldi. Ama nerde... Oradan da ne çıt ne de pıt...
Dur bakalııım...
Bundan da öte beyânâtın yayınlanması ve Avrupa Birliği diplomatik temsilcilerine durumun iletilmesinden sonra Müslüman toplumuna yönelik baskılar artmaya başladı. ‘Bu haklar size az mı geliyor?’, ‘Siz misiniz Malinova dolina semtine eğitim-kültür-idare merkezi isteyen?’, ‘Siz misiniz bizi Avrupa’ya şikâyet eden?’ dercesine beyânâtı yayınlamaya cüret eden yönetime açıktan ve gizliden şamar gösterilmeye başlandı ve sonunda ‘Alın bakalım size yirmi sene önce olduğu gibi, bugün de haklarınızı savunacak bir dinî lider!’ deyiverdiler. Aslında bu yeni bir olay değildi tarihimizde. 20 yıldan beri Bulgaristan Müslümanları biraz ayağa kalkacak olsalar, ‘ha işte şimdi o geliyor’ denilerek yerimize oturtuluyoruz. Ya da o geliveriyor ve subay edasıyla “otur” emrini verince oturuveriyoruz...
Ama bu defa galiba öyle olmadı. Subayımızın emri demiri delemedi. Tam tersine demir, bir balyoz olup ona döndü. Tabiî, aynı zamanda kıvılcımlar astlarına ve üstlerine de sıçradı sanki... Müslüman cemaat bu defa kolları sıvadı ve meydanlara döküldü. Subayımızın, kendi yaptıklarından hareketle, ‘çingeneler’, ‘cahiller’, ‘particiler’ diye her fırsatta iftira ettiği bine yakın imam ve onları izleyen cemaatin tekbirleri iki defa geçtikleri Başbakanlığın kalın duvarlarını da delerek sayın Başbakanımızın kulaklarına ermiş. Mesele onun da yakındığı yargıya bağlı olduğu için, Başbakanlık önünde protesto yapılmasını anlamamış veya daha doğrusu anlamazdan geliyorsa da sayın Başbakanımız, bir büyüklük göstererek Bulgaristan Müslümanlarının 5-6 aydan beri kanayan bir yaraya dönüşen Başmüftülük sorununu görüşmek üzere meşrûiyetini milletten alan Başmüftü Dr. Mustafa Hacı’yı huzuruna davet etti. Aynı zamanda tek dayanağı ülkemizin en çürük ağacı olan yargıya (çürük ağacın da faydalı taraflarının olduğunu inkâr etmiyorum) yaslandığını söyleyen Üstteğmen Profesör Doktor 16 Kere Hacı Nedim Hafız İbrahim Gencev’i de çağırdı.
Başbakanın sözü...
Başbakanımız, görüşme esnasında sorunun bir an önce çözülmesini istediğini, ama kendisinin buna katiyen karışmayacağını bildirdi, samimî bir tavır sergiledi. Onun siyasetçi olduğunu unutmayarak yine samimiyetine inanmak istiyorum, en azından belirli bir zaman için inanacağım... Önceki yazımda yazdıklarımdan da vazgeçmiyorum, hele de Ziyâ Paşa’dan...
Lâkin bu yargı sistemiyle müftülük sorununun nasıl çözüleceğini pek kestiremiyorum, ama yine de Başbakanımız, fakat ondan ziyade emri altındaki kurumlar bu işe karışmazlar ve yanında adını söyleyemeyen Ali Hacısadık ve ne idüğü belirsiz Niki Penkov gibi birkaç kişiden başkası olmayan, Başbakan’ın huzurunda dahî yalan söylemekten ve ihtiraslarına yenik davranarak Başmüftümüzün tabiriyle ‘akılsızlığını’ gösteren Gencev’e sahip çıkmazlarsa, Müslüman topluluk kendi meselelerini çözer ve istediği dinî liderleri kendilerine seçerler. Müslüman toplum huzura kavuşur. Bu huzur, hiç kuşkusuz, buhranlı günler geçirmekte olan ülkemize de yansır. Vesselâm...
(1) Hazreti Yakub’un oğulları yok etmek üzere derin kuyuya attıkları kardeşleri Hazreti Yusuf’un yıllar süren sabır ve çile imtihanını kazanarak karşılarına bugünün tabiriyle mâliye bakanı olarak çıktığında kardeşlerinin söyledikleri ve Kur’ân-ı Kerim’in Yusuf suresinde zikredilen sözler: “Allah’a yemin olsun ki, Allah seni bizden üstün kıldı.”
2 yorum:
kimse muslumanlarin huzurlu olmasini istemiyor, kimse bizle ilgilenmiyor, bu memleketin oksuz, yetim oglu olduk biz. basinda da ne in, ne cin. Bugun BNTye bakin, `yehovs sahitlerine karsi VMRO` protestosu var, bir milyon muslumanin demokratik sesi ve mucadelesiyle ilgili bir satir yok. Sessiz bir anlasmaya varildi belki- devlet, yonetim ve medya gozlerini kapayacak ve Boyko aganin dedigi gibi ` bu ise karisilmayacak ve siz kendiniz bu meseleyi cozeceksiniz`. Yav, dag basi mi burasi, devlet nerde, polis nerde, adalet nerde? Tadi tuzu kalmadi burada yasamanin persona non grata ilan ettiler bizi kendi vatanimizda. Olmadi!
NEDEN SESSIZ KALMASINLAR KI. MEDYA KIMIN ELINDE. TURKLERIN MEDYASI VAR MI.
Yorum Gönder