Bundan tam onsekiz yıl önceydi. Soğuk kış ayları, aralık sonu, ocak ve şubat...
Karakış cehennemi yetmiyormuş gibi, koyu Bulgar milliyetçileri çullandılar Türklerin üzerine. Sinsice, hunharca, kalleşçe... “Ne bu korku, ne bu telaş! Biz yalnız Bulgarlar ya da Pomaklar ile kız alıp vermiş, evlilik ilişkileri kurmuş kimselerin isimlerini Bulgar isimleri ile değiştiriyoruz. Tek sözle karışık aileleri... Evlerinizi terk etmeyin, Dağ, bayır soğuklarda üşümeyin!”
Böyle konuşuyordu en yetkili BKP’li ağızlar. Ama, millet yutmuyordu artık bu yalanları. Evini barkını terk etmiş, bağ, baca, mağara, delik, başını sokmuş, kurttan, itten ürkmüş, kuzu, koyun gibi bekliyordu o anı...
Kendilerini en insancıl bir rejim kurmaya adayan bu zatlar, nasıl olur da bir azınlığın üzerine böylesine gaddarca yürüyeceklerdi!
Bundan onsekiz yıl önce dünyaya gelmiş çocuklar, o kara kışı hatırlamıyorlar. Ancak, anneleri hatırlatırlarsa, hatırlarlar. “Yılbaşı sofralarına oturmadık! Her an kapımıza silahlı bir grup gelebilirdi. Vatan Cephesi adına, Politbüro adına... Yediğimiz lokmaları yutmadık. Bundan böyle senin adın İvan, senin adın Mariya, senin adın Toço...”
Şu anda , onsekiz yaşından gerilere gittiğimizde, hiç kimse bu günleri bilmeyecek, Çünkü, bu ağır, acı dolu soğuk kış günlerinden ne kitaplar, ne gazeteler, ne de televizyonlar söz ediyor.
İlk başlarda, bu işi becerdik diyen milliyetçiler, sevinçten, coşkudan adeta dört köşe oldular. İmkansızı imkanlı ettik diye seviniyorlar, şaraplı masalarda coştukça coşuyorlardı. Onları, eşini, çocuğunu, babasını kaybedenler, Belene’ye sürülenler hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Aralık, ocak , şubat... Bu üç ay gibi kısa bir sürede Bulgaristan’da Türk damızlığını yok ettikleri için el ovuşturuyor, dil damak yalıyorlardı. Ama hiç farkına varmadan bir kuyu kazmışlardı. Bu kuyunun içine de bir on yıl sonra gene kendileri düşeceklerdi. Allah’tan kuyu sığ idi. Ufak tefek sıyrıklarla kazayı atlattılar. Sanki, bunu biliyorlarmış gibi kuyuyu, çukuru derin kazmamışlar...
Asıl olanlar, bizim insanlarımıza olmuştu. Bulgaristan Türklerine, tüm Müslümanlara olmuştu. Tanklar ayaklarının altına onları almıştı. Vızıldayan kurşunlar onları buldu. Yüzbinleri kapsayan zorunlu göç, Bulgaristan Türkünü çil yavruları gibi dağıttı. Koşullar, intiharlara hep onları sürükledi. Kalplerine hep onlar yenik düştü. Hele şu Belene mağdurları... Hiç suçsuz insanlarımızı, bunlardan bize bir zarar gelir, düşüncesiyle evinden yuvalarından tekme tokat, dipçik, yumruk, bilinmeyen yönlere doğru yollara çıkardılar.
Demokrasi geldi. Eşitlik geldi. Hak, hukuk geldi. Bugüne bugün hala Belene mağdurlarının tazminatları ödenmiş değildir.
Bundan tam onsekiz yıl önceydi. Aralık, ocak Şubat...
Usta şairimiz, Rodoplu Süleyman Yusuf Adalı o günleri şöyle şiirleştirdi.
“Söğütlü boyunu duman bürüdü
Devlet eşkıyası üstümüze yürüdü
Koç yiğitler karakolda çürüdü
İçlerinden biriydi Nişanlı Ali’m...”
Genç kızımızın nişanlısı Ali, karakollarda çürürken, bir kısım Bulgaristan Türkü, ne şiş yansın, ne kebap anlayışı ile Türklüklerini sessiz, isyansız sürdürmeye çalıştılar. Bir kısım vardı ki, kraldan daha kralcı kesildiler. Azılı milliyetçi Bulgarlara arka dayak oldular, yazıları, çizimleri, söylem ve davranışları ile soykırımı hazırladılar. Bu hizmetlerine karşılık de hemence tatlı ballı devlet makamlarına getirildiler. Böylesine totaliter bir rejimin “sanat ve edebiyat” kurum ve kuruluşlarına kayıtlarını yaptırdılar. Orlin Zagorov çekti bunların başını. Kamen Kalinov, Mihail Yançev, Andey Andeev, Aleksandır Kolev, Yasen Ustrensi, Anton Brezinski... Bu listeyi daha da uzatabilirsiniz.
Mesele, bundan böyle, Bulgaristan Türküne onsekiz yıl önce yapılanları unutalım mı, unutmayalım mı?
Bu konu, Bulgaristan gezilerim sırasında gündeme hep geldi. Birileri, ne şiş yansın, ne kebap mantığı ile yaklaşanlar, unutalım gitsin yahu, diyorlar. Eski yaraları deşmek, kurcalamak kimin işine gelir? Görüyorsunuz, ortak hükümet kurduk. Bizim insanlarımız hem bakanlıkta, hem Parlamentoda koltuk sahibi oldular. Daha ne isteyelim?!
Bunların hepsi doğru. Gerçek şeyler... Ama, daha 1974’lerde en yetenekli insanlarımıza prangalar takılmadı mı? 19850-1968, 1989-94 yıllarında gene sürgünler yaşamadık mı?
1984-85ve daha sonraki yıllarda bizim anamız ağladı. Bunları hep sineye mi çekelim? Yıldönümlerinde olsun gündeme getirmeyelim mi? Yoksa Allah’tan mı bulsunlar?
Balkanlarda Türk Kültürü Dergisi (Sayı:46)
Karakış cehennemi yetmiyormuş gibi, koyu Bulgar milliyetçileri çullandılar Türklerin üzerine. Sinsice, hunharca, kalleşçe... “Ne bu korku, ne bu telaş! Biz yalnız Bulgarlar ya da Pomaklar ile kız alıp vermiş, evlilik ilişkileri kurmuş kimselerin isimlerini Bulgar isimleri ile değiştiriyoruz. Tek sözle karışık aileleri... Evlerinizi terk etmeyin, Dağ, bayır soğuklarda üşümeyin!”
Böyle konuşuyordu en yetkili BKP’li ağızlar. Ama, millet yutmuyordu artık bu yalanları. Evini barkını terk etmiş, bağ, baca, mağara, delik, başını sokmuş, kurttan, itten ürkmüş, kuzu, koyun gibi bekliyordu o anı...
Kendilerini en insancıl bir rejim kurmaya adayan bu zatlar, nasıl olur da bir azınlığın üzerine böylesine gaddarca yürüyeceklerdi!
Bundan onsekiz yıl önce dünyaya gelmiş çocuklar, o kara kışı hatırlamıyorlar. Ancak, anneleri hatırlatırlarsa, hatırlarlar. “Yılbaşı sofralarına oturmadık! Her an kapımıza silahlı bir grup gelebilirdi. Vatan Cephesi adına, Politbüro adına... Yediğimiz lokmaları yutmadık. Bundan böyle senin adın İvan, senin adın Mariya, senin adın Toço...”
Şu anda , onsekiz yaşından gerilere gittiğimizde, hiç kimse bu günleri bilmeyecek, Çünkü, bu ağır, acı dolu soğuk kış günlerinden ne kitaplar, ne gazeteler, ne de televizyonlar söz ediyor.
İlk başlarda, bu işi becerdik diyen milliyetçiler, sevinçten, coşkudan adeta dört köşe oldular. İmkansızı imkanlı ettik diye seviniyorlar, şaraplı masalarda coştukça coşuyorlardı. Onları, eşini, çocuğunu, babasını kaybedenler, Belene’ye sürülenler hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Aralık, ocak , şubat... Bu üç ay gibi kısa bir sürede Bulgaristan’da Türk damızlığını yok ettikleri için el ovuşturuyor, dil damak yalıyorlardı. Ama hiç farkına varmadan bir kuyu kazmışlardı. Bu kuyunun içine de bir on yıl sonra gene kendileri düşeceklerdi. Allah’tan kuyu sığ idi. Ufak tefek sıyrıklarla kazayı atlattılar. Sanki, bunu biliyorlarmış gibi kuyuyu, çukuru derin kazmamışlar...
Asıl olanlar, bizim insanlarımıza olmuştu. Bulgaristan Türklerine, tüm Müslümanlara olmuştu. Tanklar ayaklarının altına onları almıştı. Vızıldayan kurşunlar onları buldu. Yüzbinleri kapsayan zorunlu göç, Bulgaristan Türkünü çil yavruları gibi dağıttı. Koşullar, intiharlara hep onları sürükledi. Kalplerine hep onlar yenik düştü. Hele şu Belene mağdurları... Hiç suçsuz insanlarımızı, bunlardan bize bir zarar gelir, düşüncesiyle evinden yuvalarından tekme tokat, dipçik, yumruk, bilinmeyen yönlere doğru yollara çıkardılar.
Demokrasi geldi. Eşitlik geldi. Hak, hukuk geldi. Bugüne bugün hala Belene mağdurlarının tazminatları ödenmiş değildir.
Bundan tam onsekiz yıl önceydi. Aralık, ocak Şubat...
Usta şairimiz, Rodoplu Süleyman Yusuf Adalı o günleri şöyle şiirleştirdi.
“Söğütlü boyunu duman bürüdü
Devlet eşkıyası üstümüze yürüdü
Koç yiğitler karakolda çürüdü
İçlerinden biriydi Nişanlı Ali’m...”
Genç kızımızın nişanlısı Ali, karakollarda çürürken, bir kısım Bulgaristan Türkü, ne şiş yansın, ne kebap anlayışı ile Türklüklerini sessiz, isyansız sürdürmeye çalıştılar. Bir kısım vardı ki, kraldan daha kralcı kesildiler. Azılı milliyetçi Bulgarlara arka dayak oldular, yazıları, çizimleri, söylem ve davranışları ile soykırımı hazırladılar. Bu hizmetlerine karşılık de hemence tatlı ballı devlet makamlarına getirildiler. Böylesine totaliter bir rejimin “sanat ve edebiyat” kurum ve kuruluşlarına kayıtlarını yaptırdılar. Orlin Zagorov çekti bunların başını. Kamen Kalinov, Mihail Yançev, Andey Andeev, Aleksandır Kolev, Yasen Ustrensi, Anton Brezinski... Bu listeyi daha da uzatabilirsiniz.
Mesele, bundan böyle, Bulgaristan Türküne onsekiz yıl önce yapılanları unutalım mı, unutmayalım mı?
Bu konu, Bulgaristan gezilerim sırasında gündeme hep geldi. Birileri, ne şiş yansın, ne kebap mantığı ile yaklaşanlar, unutalım gitsin yahu, diyorlar. Eski yaraları deşmek, kurcalamak kimin işine gelir? Görüyorsunuz, ortak hükümet kurduk. Bizim insanlarımız hem bakanlıkta, hem Parlamentoda koltuk sahibi oldular. Daha ne isteyelim?!
Bunların hepsi doğru. Gerçek şeyler... Ama, daha 1974’lerde en yetenekli insanlarımıza prangalar takılmadı mı? 19850-1968, 1989-94 yıllarında gene sürgünler yaşamadık mı?
1984-85ve daha sonraki yıllarda bizim anamız ağladı. Bunları hep sineye mi çekelim? Yıldönümlerinde olsun gündeme getirmeyelim mi? Yoksa Allah’tan mı bulsunlar?
Balkanlarda Türk Kültürü Dergisi (Sayı:46)
2 yorum:
Sevgili Memet abiciğim yaz artık şu Reseler'in çingene kılıklısını,bak sen yazmazsan ben yazacam onun PATOLOJİSİNİ.
Dünkü iki satırlık yazımı yayınlamazsanız yayınlamayın kefiniz bilir,kendi bindiğiniz dalı kesiyorsunuz,bizim için hava hoş bir daha buralara uğramayız olur biter.....
Yorum Gönder